Uzun zamandır paylaşım yapmıyordum; hikayelerimden birini paylaşayım dedim. ^^ Aralarda yapmış olabileceğim yazım hataları için şimdiden özür dilerim.
GÜNAH TOHUMU
“Savaşlar… Şan için yapılan acımasız, lakin şeref dolu kıyımlar. Kimisi tanrı adına kaldırır kılıcını, kimisi özgürlük uğruna daldırır mızrağını düşmanının zırhına. Beyhude yere değildir hiçbiri. Diplomasinin eksikliğinde başvurulan ve “Savaş” denen bu olgu, nice zamanlar gurur doldurur insan yüreğine. Fakat ne kadar onurlu olsa da, her savaş bir günah zelzelesidir, kan yerine damla damla insan damarlarından süzülen… Ve ben, yedinci lejyon generali Lorthain Kangmar, yine böyle bir savaşta, acizlik tarlasında fide veren bir günah tohumu olarak, gururla karşınızda durmaktayım.”
“Divan açılıp size söz hakkı tanındığında, ilk bunları söylemiştiniz General Lorthain.” dedi tutuklu bir berduş, üzerinde tek bir çiçek bile bulunmayan mezara bakarak. “Ben Zoliax, şahsi korumanız, hatta en yakın arkadaşınız olduğum hâlde hakkınızdaki gerçekleri, yargılandığınız o tek gün içerisinde öğrendim. Yargılanma sürecinizden idamınıza kadar size eşlik ettim. Burnunun dibinde olduğu hâlde birine yardım edememek, tanrının en büyük lanetiymiş; anladım. Belki tanrı, bizi altın yaldızlarla bezenmiş, bereket dolu sofrasına davet etmez diye size bir şeyler yazdım. Zira bilmeniz lazım gelen, mühim meseleler var. Umarım bir gün yokluk diyarından mezarınızı ziyarete gelirsiniz. Döndüğünüz vakit yazdıklarımı okuyun. O güne kadar ve o günden sonra huzurla dolu olmanız dileğimdir generalim. Zira ben ne yaptıysam, bunun için yaptım.”
Lorthain’in Tutuklanışına Dair
General Lorthain, tamamen kuş türünden yapılma, rahat mı rahat yatağında yıllardır ilk defa deliksiz bir uyku çekiyordu. Bu güzel uykunun neden olduğu olay, gece boyunca yüzüne bir gülümseme olarak mühürlenmişti adeta. Kimine göre huysuzluk, kimine göre bilgelik, kimine göre delilik çağrıştıran somurtuşu, yerini yepyeni bir çehreye bırakmıştı. Ta ki kapıdan gelen vurma sesleri, derin uykusunu bölene kadar…
Dağların ardından tüm güzelliğiyle parlayan güneş, tanrı misafiri sıfatıyla generalin evini henüz şereflendirmişti.
“Bu kadar erken vakitte kim olsa gerek?” diye doğruldu Lorthain yerinden. Kapıya sık sık ve sertçe vurulan yumruklar, yüzündeki gülümsemeyi mağlup etti ve şaşkınlık sancağı çekildi yüzünün gönderlerine. Sorusunun cevabını öğrenmek için Lorthain, hemen kapıya koşturdu.
Kapıyı açtığında karşısında üç tane asker görünce rahatladı Lorthain. Önce “Ne demeye buradasınız?” düşüncesiyle ortadaki askere göz kırptı. Asker, ne ima edildiğini anlamadığını ifade eden şaşkın bakışlarla Lorthain’in gözlerine odaklandığında “Umarım geçerli bir sebebiniz vardır.” dedi Lorthain gülümseyerek. “Zira yoksa, kırmak üzere olduğunuz kapımı onartmak görevi, sikke keselerinizi biraz hafifletecek.”
“Yedinci lejyon generali, saygıdeğer Lorthain Kangmar!” dedi askerlerden biri elinde açık olarak tuttuğu parşömeni Lorthain’in okuyabileceği şekilde kaldırarak. “Gördüğünüz gibi elimde tuttuğum belge, tutuklanmanızı emreden bir belgedir. Kendinizi divanda savunabilirsiniz. Lütfen sorun çıkartmadan ellerinizi uzatın!”
“Anlıyorum.” dedi Lorthain gülümsemesini daha da genişleterek. “Bu geçerli bir sebep. Merak etmeyin; direnmeyeceğim. Sikkelerinize de söyleyin, bu seferlik onları bağışlıyorum. Lakin üzerimi değiştirmeme izin verin.”
“Tutuklu bulunduğunuz süre zarfında generallik sıfatınızı kullanamayacaksınız.” dedi asker soğuk bir tavırla. “Bu yüzden zırh giymeyin; yanınıza silah da almayın. Beş dakika içersinde dönmezseniz, eve zorunlu giriş yaparız.”
“Boşa nefes tüketme asker!” dedi Lorthain rahatlıkla kapısına yaslanarak. “Aptal diplomatik konuşmalarını da başkasına satarsın. Beş dakika geçmeden buradayım.”
Sözünü bitirir bitirmez Lorthain, dönüp evine girdi. Bu çıkış üzerine asker afallamıştı. Askerin bu haline, yanındaki arkadaşları kıkırdayarak onu daha da rezil duruma soktular.
Lorthain’i tutuklamakla görevli bu asker, ilk defa kendinden yüksek rütbeye sahip birini tutukluyordu ve hemen her asker gibi yüksek rütbeye sahip askerleri çekemiyordu. Bu yüzden Lorthain’i tutuklamak için çok heveslenmişti. Fakat Lorthain,in bu rahat tavırları ve ezici konuşması üzerine ağzını bile açamadı. Yine de böyle onur kırıcı hareketlerin altında kalamazdı. Zamanı geldiğinde mutlaka bu kendini bilmez züppeye haddini bildirecekti.
“Tutuklanmakta olan bir generale göre fazla neşeli değil mi?” dedi sağda duran asker.
“Evet.” diye cevapladı soldaki asker. “Hem de rütbesinden olmuş birine göre, fazla neşeli.”
“Yine de Diatar’a (Lorthain ile konuşan, ortadaki asker) yaptığı çok komikti.” dedi sağdaki ve kahkaha atmaya başladı. Bu kahkahaya soldaki de dahil olunca Diatar, utancından ve sinirinden domates gibi kıpkırmızı kesildi. Lorthain’den kesinlikle öcünü alması gerekirdi.
Askerler aşağıda kendisini çekiştirirken Lorthain de üzerine temiz bir şeyler giyiyordu. Altına bacaklarını sarmalayan, hafif bollukta bir deri pantolon, üzerine de ipek bir tunik giydi. Botlarını da giydikten sonra çıkabilirdi. Lakin bıçağını unuttuğunu fark etti. Hemen odasına girdi ve bıçağı eline aldı. Kabza tarafı dikkatlice bakılmadıkça fark edilmeyecek kadar ince olan bu bıçak, görünümü itibariyle bir törpüyü andırıyordu.
“Sevgili dostum!” dedi Lorthain neşeli bir şekilde bıçağa bakarak. “Bugün doğruluşumun amacını gerçekleştirecek, günah ağacına yeni bir damla su hediye edeceğim. Ve bunu yaparken, en yakın arkadaşım sen olacaksın.”
Ardından pantolonuna, tunikten görülmeyecek boyutta, ufak bir delik açtı ve bıçağı, bacağının uyluk bölgesinin hemen popo altında kalan bölümüne, bacağına paralel olacak vaziyette, aşağıya doğru sapladı (Ki yıllardır bunun provasını yapıyordu). Botlarını da giydikten sonra aşağıya inip teslim oldu.
Lorthain, Angabath Kalesi’ne en yakın karakola götürüldü ve fare dolu, tek kişilik bir hücreye atıldı. Asker olduğu için askerî mahkemede yargılanacaktı. Heyhat divanda görev yapan generallerin bir araya gelmesi haftalar bile sürebilirdi. Fakat Lorthain, yedinci lejyonun generaliydi. Bu yüzden divanın toplanması sadece birkaç gün alırdı. Yedinci lejyonun başıboş kalması, askerler içersinde sinsi isyan rüzgârları estirebilirdi.
Nihayet beşinci günün sonunda, Lorthain’i evinde tutuklayan üç asker geldi ve akşam saatlerinde divanın toplanacağını haber verip gittiler.
“Müjdeler olsun anneciğim!” diye fısıldadı Lorthain, askerlerin gittiklerinden emin olduktan sonra elide tuttuğu aile nişanına bakarak. Lorthain soylu bir aileden gelimiyordu. Aile nişanları soylu ailelerde bulunurdu. Ama o, Kangmar soyadını, savaşlarda tanrısının takdirini toplayarak, silah arkadaşlarının beğenilerini kazanarak ve topraklarını kendi kanı ve düşmanlarının kanları ile sulayarak şereflendirmişti. Bu yüzden aile nişanı, ona ve tek soydaşı annesine layık görülmüştü.
“Son düşmanımın kanları ile Angabath sulanacak.” diye devam etti Lorthain sözlerine. “İşte o vakit, ikimiz de huzur bulacağız.” Ardından hücreye ilk girdiği gün bacağından çıkarttığı bıçağı aynı yere saplayıp beklemeye başladı.
Ay, güneşin nöbetini devraldığı bir vakit, aynı üç asker, Lorthain’in zincirlerini çözüp onu divanın toplandığı salona götürdüler.
Bu askerî yargı divanı, birinci lejyon generalinden, altıncısına kadar süregelen altı generalden oluşuyordu. Divanın başkanlığını en kudretlisi yapardı; yani birinci lejyonun generali… İsmi Ferguas Auzakmar idi. Kalbinin taş gibi olduğu söylenirdi. Yüzündeki kalıcı yaraların, bir ejderha ile birebir dövüşmesinden kalan yaralar olduğu efsanesi, bütün Neldoraphia Diyarı’nda anlatılır olmuştu. Tabi bu sadece bir efsaneydi. Gerçek olup olmadığını kimse bilmiyordu. Birinci lejyon generalliğine de yeni atanmıştı (Ki bunda efsanelerin etkisi çok olmuştu.). Lakin Lorthain, bu adam hakkında sadece kendisine gerektiği kadar bilgi toplamıştı. Bu efsanelerin hiçbirinden haberdar değildi.
Lorthain’in Yargılanışına Dair
“Sessizlik sayın generaller!” dedi yüksek bir sesle Ferguas. Onun bu emri üzerine salonu tedirginlik yüklü bir sessizlik kapladı.
“Teşekkürler.” Diyerek minnetini gösterdi ve konuşmasına devam etti. “Sayın divan üyeleri! Bugün “Bir bireyi zorla alıkoyma”, “Kasıtlı cinayet” ve “Yasak bölgeye izinsiz giriş” suçlarından yargılanacak olan bir general duruyor önümüzde. Kendisi, yedinci lejyonun generali, Lorthain Kangmar’dır. Cismen olmasa da ismen hepimiz tanırız. Sizden ricam, general olmasına karşın, onu adil yargılamanızdır. Bunun üzerine inandığınız, inancınız yoksa da değer verdiğiniz her ne yahut her kim var ise, onun üzerine yemin ediyor musunuz?”
Divan üyeleri, Ferguas’ın bu isteği üzerine bir bir yemin ettiler. Askerlerden, Lorthain’in üzerinde silah bulunmadığının onayı da alındıktan sonra (Ki bıçağı kimse fark etmemişti.), Lorthain yargı sandalyesine oturtuldu. Sandalyeye yürürken, bıçağın acısı yüzünden attığı aksak adımlar generallerin gözüne takılmıştı; fakat silahı olmadığı söylenmişti. Bu yüzden hepsi olayı geçiştirdiler.
Generalliği bir tek burada işe yaramıştı; zira sandalyeye zincirlenmemişti. Kendisini savunurken, çok da abartmadan, serbestçe dolaşabilirdi.
“Yüce divana kendinizi tanıtın.” dedi Ferguas, Lorthain’in gözlerinin içine bakarak. Bu emir üzerine Lorthain, yüzlerce yıl dillerden düşmeyecek olan ve Zoliax’ın, notunu bırakırken söyleyeceği şu sözleri söyledi:
“Savaşlar… Şan için yapılan acımasız, lakin şeref dolu kıyımlar. Kimisi tanrı adına kaldırır kılıcını, kimisi özgürlük uğruna daldırır mızrağını düşmanının zırhına. Beyhude yere değildir hiçbiri. Diplomasinin eksikliğinde başvurulan ve “Savaş” denen bu olgu, nice zamanlar gurur doldurur insan yüreğine. Fakat ne kadar onurlu olsa da, her savaş bir günah zelzelesidir, kan yerine damla damla insan damarlarından süzülen… Ve ben, yedinci lejyon generali Lorthain Kangmar, yine böyle bir savaşta, acizlik tarlasında fide veren bir günah tohumu olarak, gururla karşınızda durmaktayım.”
Bu sözler üzerine divanda, Lorthain’in akıl sağlığının yerinde olup olmadığı konusunda bir tartışma başladı.
“Herhangi bir akıl sorunum yok değerli divan üyeleri.” dedi Lorthain tartışmayı bitirmek için.
“Peki günah tohumu?” dedi 4. lejyon generali Ajestel şaşkın bir ifadeyle. “Acizlik tarlası? Ne anlatmaya çalışıyorsunuz? Burası yargı; oyun yeri değil.”
“Anlatayım.” dedi Lorthain ayağa kalkıp derin bir nefes alarak. “Hepiniz biliyorsunuz ki yıllar boyu burada, Angabath’ta, iyiliğin tanrısı Fengarth’a yüz çevirip, kötülük tanrıçası Thanian’ın safına geçen insanlar hüküm sürdü ve bunların başında, Xiloscient’ten atılan bir İlkdoğan vardı. Bu Aramil idi. Zamanında elfti; lakin içindeki nefret ve kıskançlığı bastıramadığında kardeşini öldürmüş, atası Fengarth tarafından lanetlenip ilk insanın özünü oluşturmuştu. Siz, atanız Aramil’in yolunu izlememiş, kötülüğe tövbe etmiş ve Fengarth’ın aydınlığına yönelmiş insanlar, Aramil’i durdurmak için saldırıya geçtiniz. Hepiniz o savaşta askerdiniz. Hatırlayın; yirmi yıl önce…
“Sadede gel asker!” diye haykırdı Ferguas.
“Bitiriyorum generalim.” dedi Lorthain, soğukkanlılığını bozmadan. “Onurlu savaşınızda tek bir hata vardı. Günahlar… Tanrı için kan döktünüz; lakin buyruklarına karşı gelerek… Bunun da en büyük kanıtı benim. Fengarth’ın askerleri tarafından serpilmiş bir günah tohumu… Haysiyetine el sürülmüş, çiftçi bir kadının, kirli oğlu…”
Lorthain’in bu sözleri üzerine bütün divan üyeleri, şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Böyle bir şey imkânsızdı. Tanrı adına kalkan bir kılıç, neden tanrıya karşı gelsin ki? Aydınlığı bulmuş, neden karanlığı arzulasın? Anlam veremiyorlardı.
“Bir kadın kaçırıp öldürmüşsünüz.” dedi Ferguas. Konuyu acilen değiştirmesi gerekiyordu. “Tanıklar böyle söylediler. Doğru mu? Doğru ise bu kadın kim ve neden öldürdünüz?
“Doğru.” dedi Lorthain hafifçe tebessüm ederek. “Ve o kişi annemdir.”
“Bu adam manyak!” diye bağırdı Ajestel yerinden fırlayarak. “Baksanıza! Divanla oyun oynuyor! Bunun hemen kapatılması gerekir! Ya da asalım bunu! Evet, evet! Bu manyağı asmalıyız!”
“Hemen celallenme.” dedi Ferguas sessizliği sağlamak için elini kaldırarak. “Hele bir kendini savunsun; gereği düşünülür.”
Öncelikle bir tanrıdır anne, insan için. Kollayan, gözeten, yaşam veren… Daha sonra mahir bir zanaatkâr gibi şekil verir kuluna. Bir marangoz, kör bir ağaçtan nasıl masa yapıyorsa, bir demirci, şekilsiz bir metali nasıl kılıca çeviriyorsa, o tanrı da, bilinçsiz bir varlıktan, insanı yontar. Ve son olarak anne, mabedini bahşeden emekli bir ruhbandır. Ne zaman başı sıkışsa, ne zaman aciz kalsa çocuğu, gelip mabedinde huzur bulsun diye kapısında hep bir aralık bırakan… Ajestel de bunu anlamıyordu. Hangi insanoğlunun gücü, bir tanrıyı öldürmeye yetebilirdi?
“Evet.” dedi Lorthain, divanda sessizlik sağlanınca. “Annemi ben öldürdüm. Daha normal bir askerken, henüz general olamamışken Castinghold Savaşı patlak vermişti. Benim ilk savaşım olacaktı. Zırhlarımı geleneksel olarak annem giydirdi. Ve o sabah, kılıcımı uzatırken, bana şöyle dedi: “Oğlum. Savaş onur işidir. Ya bu kılıç, zafere ve kana doymuş şekilde dönsün evimize, ya da yüreğine saplı, ağıt yakar vaziyette…” İşte o gün, onurun ne demek olduğunu anladım. Onur, bu uğurda sahip olduğum her şeyi verebilmekti benim için.”
“Bir günah tohumu olduğumu yedi yaşımda öğrenmiştim.” Diye devam etti kısa bir duraksamadan sonra Lorthain. “O yaşımdan bu yana, vaziyetimi hep düşündüm. Yıllar boyu anne dediğim kadın beni nasıl emzirebilmişti? Bana nasıl tahammül edebilmişti? Bana nasıl oğlum diyebilmişti? Çoğu vakit, özellikle de annem geceleri hıçkırıklara boğulurken, bu sorular bir bıçak gibi dayanırdı boğazıma. Ya bu bıçağı itip, ondan kaçacaktım, ya da onu boğazıma saplayacaktım. Henüz çocuk olduğum için bıçaktan kaçmayı seçtim ve evi terk ettim. Yine de düşünceler peşimi bırakmadı. Seçimim kalmamıştı. Onu boğazıma saplayacaktım.”
“Ve bir gece eve geri döndüm. Arkadaşlarımdan duymuş olduğum bu hikayenin doğru olup olmadığını sordum anneme. Annem sadece bana sarıldı ve her gece yaptığı gibi hıçkırıklara boğuldu. O gece karar verdim; asker olacaktım. Yüksek mevki sahibi olup yaşamın bu yanlış ilerleyişini tersine çevirecektim. Ne de olsa yaşamın yükü hep çocukların omuzlarında değil midir? Ben bunu, o vakitlerde öğrenmiştim. Ve yaşamın bana çizdiği yazgıyı izleyip asker oldum.”
“Asker olduğumda çok gururlanmıştım. Devamında aldığım tebrik, ödül ve madalyalar, her seferinde gururumu biraz daha ve biraz daha arttırıyordu. Fakat daha sonraları fark ettim ki, ben ne kadar çalışırsam çalışayım, amacım olan kötülüğü yenme gayesini bir türlü gerçekleştiremiyordum. Bu yüzden her geçen günde daha çok çalıştım. Ve günün birinde, yedinci lejyonun generali oldum.”
“General olduğumda her şeyin düzeleceğini sanıyordum. Nihayetinde emrimde koca bir ordu vardı. Yine de hiçbir şey değişmedi. Aramil’in, insanların kalplerine nakşettiği kötülük zehrinin bir panzehiri yoktu. Ardından tanrının isteğinin bu olmadığını anladım. Kötülüğün yok olması için iyilik diye bir kavramın olmaması gerekirdi. Tıpkı siyah olmasa, beyazın da olmayacağı gibi… Her iyilik, kötüyle daha güzel, her beyaz, siyahlar arasında daha aydınlık dururdu. Bize kalan, tanrının yaratıları ile oynamak değil, onlarla yaşamaktı.”
“Annem… O da kendi dünyasında lekelenmiş, ama benim gözümde güneşten bile daha parlak, aydan bile daha billurdu. Yıllar boyu leke sandığı nurunu kendinden ayırmaya çalışmıştı. Yorgundu. Annemin yaptığı bunca iyiliği tek bir şeyle ödeyebilirdim. Onu daha fazla yormayarak… Zira bu kadın yorulmayı değil, tanrının evinde huzur bulmayı hak ediyordu. Onu bu yüzden öldürdüm. Yıllar boyu ona yaşattığım azabın telafisi için.”
“Saçma!” dedi Ferguas sinirle tıslayarak. “Kendi kurguların yüzünden bir insanın yaşamını elinden alman saçma! Hele ki bu senin annen!”
Tam bu sırada ikinci lejyonun generali ayağa kalktı. “İzninizle bir soru da ben sormak isterim sayın divan başkanı.” dedi Ferguas’a bakarak. Ferguas, bu talebi başı ile onayladı.
“General Lorthain.” dedi tatlı ses tonuyla. “Diyelim ki dediklerinizi anlayışla karşıladık; annenizi neden Kahramanlar Anıtı’nda öldürdünüz? Biliyorsunuz ki güvenlik açısından geceleri oraya girmek yasaktır. Bu da ayrı bir suçu teşkil eder.”
Lorthain cevabını vermeden önce geniş bir gülümseme yerleştirdi yüzüne.
“Ulu general Eraduil…” diye başladı açıklamasına Lorthain, ikinci lejyon generaline hitaben. “Bu sorunuzu yanıtlayacağım; lakin biraz önceki açıklamamı geçerli bulmadıysanız, bu açıklamam da hoşunuza gitmeyecek. Yine de anlatayım.”
“Savaşlar arasında sıkışıp kalmış diyarımızda tek bir kahramanlık türü vardır ki, bu da doğal olarak savaştaki başarıdan edinilmiş olan kahramanlıktır. Satranç tahtasında bir piyon ile bütün taşlardan sıyrılıp, onu karşı cephenin son hattına sokup piyonu vezire çevirmek kimin hoşuna gitmez ki? Fakat hayat, sadece satranç tahtasındaki altmış dört kareden ibaret değildir. Ben, altmış beşinci kareyi keşfettim. Halkın karesini. Ve o hatta, bir çok kahraman gördüm.”
“Bir bira fıçısını yarım saatte bitiren, cüce bir arkadaşım vardı. İşte o bir kahramandı. Fıçıların kahramanı! Bir de balıkçı arkadaşım vardı. Yelkenlisiyle açıldığında denizlerde tek bir balık bile bırakmazdı. O da benim için denizlerin karamanıydı. Piyonu vezir yapmak için altmış dört kare içinde savaş vermenize gerek yok. Zira altmış beşinci kare, kahraman dolu.”
“”Yine de benim için bir kahraman vardı ki, diğerleriyle aynı kefeye bile koyamazdım. Annem…”
“Annem, bana göre kahramanların da kahramanıydı. Bu kadar büyük bir kahramanın mezarı herhangi bir yerde olamazdı. Lakin altmış beşinci karede yaşadığı için Kahramanlar Anıtı’na kabul edilemezdi. Hissediyordum, anıt yine de onu arzuluyordu. Çünkü suçlu yahut masum kanı dökmekten kıpkırmızı kesilmiş güllerin yanında, saflığından ışık saçan, bembeyaz bir gül, anıtı onurlandırırdı. Bu yüzden gece içeriye sızdım ve beyaz gülü kahramanların toprağına diktim. Ait olduğu yer, tamamen orasıydı.”
“Sanırım artık karar verilebilir.” dedi Ferguas duruşma esnasında yazdığı notları toplayarak. “Size bir saat, muhafızlar eşliğinde izin veriyorum. Bir saat sonra tekrar burada olun. Biz, divan üyeleri olarak sizin akıbetinizi kararlaştıracağız.”
Muhafızlar eşliğinde divandan çıkan Lorthain, hemen yedinci lejyona, askerlerinin yanına gitti. Gittiğinde hepsinin hızlıca lejyon meydanında toplanmalarını istedi. Çok geçmeden bütün askerler meydanı doldurdular. Lorthain de yine muhafızlar eşliğinde, seslenmek için meydanın başındaki ufak kuleye çıktı.
“Askerlerim!” diye haykırdı Lorthain ellerini iki yana açarak. “Bazı günler vardır, güneş üzerimize tanrı Fengarth’ın ışığı gibi düşer; bazı günler vardır, semâyı kaplayan kara bulutlar, tanrının ışığını bizden alıkoyar. Bugün de tanrının ışığı bizden çalındı. Aranızdan ayrılıyorum. İşlediğim bir suçtan ötürü ya ömrümün son demine kadar demir parmaklıklar ardında kalacağım, yahut yarın öldürüleceğim.”
Lorthain’in bu açıklaması üzerine orduda bir uğultu koptu. Herkes şaşırmıştı ve birbirleriyle konuşuyorlardı.
“Sessizlik!” diye bağırdı Lorthain. “Fazla zamanım yok. Sizlerle vedalaşmaya geldim. Artık aranızda bulunamayacağım. Fakat siz, uzun bir zaman daha yedinci lejyonu gururlandıracaksınız!”
Uzun yıllar çalıştığı lejyondan ayrılmak, Lorthain’i de, askerlerini de oldukça duygulandırmıştı. Lorthain, sözlerine gözyaşları içinde devam etti.
“Onurlu olun dostlarım! Onurlu olun! Ben yarın onurumla öleceğim. Siz de onurunuzla yaşayın ve onurunuzla ölün! Onuruyla yaşayanlar, ölümün pençesine erken düşerler. Paslanacaksa eğer kılıçlarınız zamanla değil, düşmanın kanı ile paslansın! Ölecekseniz de bırakın zırhlarınız, kardeş ve hanımlarınızın gözyaşları ile kararsın.. Bırakın, kalkanınızı bir tek tanrı çekebilsin ellerinizden! Bileğinizle değil, kalbinizle savaşın. Zira bir tek kalbiniz doğruları ihtiva eder. Savaş alanında size suçlu ve masumu bir tek o gösterebilir. Ve son olarak, adaletin aşkı ile sermest olun. Zira tek kurtuluş ondadır. Fengarth yanınızda olsun!
“Lorthain divana geri dönmek için kulenin merdivenlerinden hızla inerken, meydandan Lorthain’i motive eden bağırışlar ve tezahüratlar yükseliyordu. Tüm ordu, sadece savaş sırasında yaptıkları gövde gösterisini bu kez meydanda, Lorthain için yapıyordu. Bu gövde gösterisi, kılıçların kalkanlara, mızrakların da yere vurulması ve her vuruşta, gür bir sesle “Yedi!” diye bağırılmasından ibaretti. Yalnızca yedinci lejyonun uyguladığı bu hareket, lejyonun yeterince ünlenmesine yetmişti.
Lorthain, kılıç ve mızraklar ile uğurlanarak meydandan ayrıldı ve divanın yolunu tuttu. Bir saat dolmak üzereydi.
Nihayetinde Lorthain tekrardan divana alındı. Lakin bu sefer odada iki kişi fazladan vardı. Sandalyede oturan bir anıt bekçisiydi (Hayatlarını, Kahramanlar Anıtı’nı korumaya adamış muhafızlar böyle adlandırılırlardı. Bunlar genelde anıtta mezarı bulunan kahramanların en büyük erkek çocukları olurlardı.). Hemen yanı başında da Lorthain’i evinden alan, Diatar isimli muhafız vardı. Muhafızın yüzünde “Şimdi ne yapacaksın?” dermişçesine, sinsi bir sırıtış vardı. Muhafız, Lorthain tam yanından geçerken “Sen beni küçük düşürdün, ben de seni öldürteceğim general!” diye fısıldadı kulağına. Lorthain de “Elinden ne geliyorsa yap.” dermişçesine bir bakış fırlattı ve ona ayrılmış olan yere oturdu.
“Bu adamı tanıyor musunuz general?” dedi Ferguas, parmağı ile anıt bekçisini gösterek.
“Yok; tanımıyorum.” dedi Lorthain olumsuzluk bildirir şekilde kafasını iki yana sallayarak. “Tanımam mı gerekirdi?”
“Siz tanımıyorsunuz ama o sizi tanıyor.” dedi Ferguas omuz silkerek. “Keşke tanımasaydı; zira anlattıklarına göre idamlıksınız. Biz sizin hikayenize inanmadık ve sizi bir süre zindanda tutup çıkaracaktık. Lakin bu adam, cinayeti sizin işlediğinizi görmüş. Bu durumda idam edilmeniz uygun gelir.”
Ferguas’ın bu sözleri üzerine Diatar genişçe sırıttı ve “Evet; bu uygun düşer.” dedi.
“Sana fikrini soran oldu mu ahmak muhafız!” diye bağırdı Ferguas. “Hemen divanı terk et!”
Muhafız yerlere kadar eğilip peş peşe özürlerini sıralayarak divandan ayrıldı.
“Eğer bir diyeceğin varsa yahut herhangi bir şeye itiraz edeceksen seni dinleriz.” dedi Ferguas, Lorthain’in gözlerinin içine bakarak. “Aksi taktirde ölümün kesinleşecek.”
“İzninizle.” dedi Lorthain ve ayağa kalktı. “Daha anlatacaklarım bitmedi.”
“Yedi yaşımda, anneme olanları duyunca asker olmak istediğimi söylemiştim. Kötülüğü yok etmek için.. Lakin o yaşımda, normal bir çocuğun kaldıramayacağı bir duıygu ile yüklendim. Yıllar boyu atalet etmiş yüreğim, ilk defa böyle bir duygu ihtiva ediyordu ve bu duygu, duyguların en çirkiniydi. En kötüsü, en kanlısı… İntikam…”
“Başlarda müşteki idim bu duygudan. Fakat daha sonra fark ettim ki, kötüyü yok etmeye çalışırken asıl kötü ben olmuştum. Evet; ben aslında ölmek için doğmuştum. Herkes ölmek için doğmaz mı zaten? Ama ben yalnız ölmek için değil, öldürmek için de doğmuştum.”
“Annem beni her zaman severdi. Bana oğlum derdi. Lakin her zaman kalbinin bir köşesinde, bir parçamın da o babam denen pisliğe ait olduğu gerçeği konaklardı. O konağın kapıları aralandığında annem beni sevmeyi bırakırdı. Çok ufak yaşta anlamıştım ki ben onun oğlu değil, bir intikam aracıydım. Görevimse sahibemin onurunu geri almaktı.”
“Babam denen adam bir askerdi. Ben de bu yüzden asker oldum. Böylece ona daha çabuk ulaşabilirdim.”
“General olana kadar babamın izine rastlayamadım. İçimdeki kin, nefret ve intikam duyguları azamî boyutlara ulaşmıştı. İçimdeki babamı öldürme isteği ruhumu iyice kemirmeye başlamıştı. Hemen bir şeyler bulmam gerekirdi ve emindim ki annem, babam hakkında gerekli şeyleri biliyordu.”
“Annemin evine gittiğimde sorularıma cevap bulacağımı umuyordum. Fakat annem, babam hakkında hiçbir şey bilmediğini söyledi. Bu, beni iyice çileden çıkarmıştı. Öldürmek için doğmuştum. Anneme huzur vermek için… Ama o, verdiği görevden beni uzaklaştırıyordu.
“Ardından aklıma bir fikir geldi. Babamı öldürerek anneme huzur veremiyorsam, onu öldürerek ona huzur verebilirdim. Ve o gece onu alıp Kahramanlar Anıtı’na gizlice soktum.”
“Kılıcımı çektiğimde “Tamam!” dedi annem. “Beni öldüreceksin. Ölmeden önce söylemek istediğim bir şey var!””
“Amacıma ulaşmıştım. Bana babamın kim olduğunu söyledi. Ben de öyleyse çifte huzur bulacağını söyledim ona.”
“Eee?” dedi Ferguas merakla Lorthain’e bakarak. “Peki kimmiş baban? Onu da yargılayabiliriz.”
“Güzel olan yanı da bu ya.” dedi Lorthain tebessüm ederek. Ardından Ferguas’a doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı.
“Babam…” dedi Lorthain yürürken. “Onu ben çoktan yargıladım. Ve bu köpek, yalnızca ölmeyi hak eder.”
Sözlerini tamamladığında Lorthain, Ferguas’ın dibine gelmişti. “Ben de öyle yapacağım.” dedi sırıtarak; ardından bacağına saplamış olduğu bıçağı çıkartıp Ferguas’ın boğazına sapladı ve kendine doğru çekti.
“Gebereceksin baba!” diye haykırdı Lorthain. Bütün divan üyeleri, şaşkınlıktan taş kesilmişlerdi. Lakin ikinci lejyonun generali Eraduil kendine geldiğinde koca kılıcını kaldırdı ve Lorthain’in kolunu dirseğinden ayırdı.
Darbenin üzerine Lorthain yere yığıldı. Kolundan oluk oluk kan akıyordu lakin o acıyı hissetmiyor, yattığı yerden, zafer kazanmış bir edayla kahkaha atıyordu.
“Nihayet…” diye söylendi Lorthain. “Görevimi tamamladım. Rahat uyu anne.”
Divan üyeleri hala şoktaydılar. Ağızları açık, bir Lorthain’e, bir Eraduil’e, bir Ferguas’a bakıp duruyorlardı.
“Muhafızlar!” diye bağırdı Eraduil. Sinirden elleri titriyor, elinde tuttuğu ve Lorthain’e doğrultmuş olduğu kılıcı bir sağa, bir sola yalpalanıyordu.
“Divanın yeni başkanı olarak emrediyorum!” diye devam etti sözlerine Eraduil. “Ferguas’ı hemen revire götürün. Şu pisliği de, onunla beraber revire götürün. Sakın ölmesin! Zira yarın halk önünde giyotine vurulacak!”
Eraduil’in bu emri üzerine, tıpkı divan üyeleri gibi şoka giren muhafızlardan birkaçı kendilerine geldiler ve ikisini de kucaklayıp revirin yolunu tuttular. Bu süreç zarfında Lorthain hâlâ kahkaha atıyor ve “Başardım!” diye bağırıyordu. Eraduil ise masasına kapanıp kendine art arda şu soruyu soruyordu: “Hata kimde?”
Yolda Ferguas’ın çoktan öldüğü anlaşıldı. Şahdamarı parçalanmış, kan kaybından ölmüştü. O da son yolculuğuna uğurlanmak için Fengarth Tapınağı’na götürüldü (O zamanlarda Angabath’ta tek bir Fengarth ibadethanesi vardı. Işığın Üçüncü Çağı’nda bu sayı dokuza ulaşacaktı ki bu çağ, tanrı Fengarth’ın en çok mürit topladığı çağdır.).
Revirde Lorthain’in koluna pansuman yapıldı ve zindana atıldı. Hücrede kaldığı tek gün içerisinde yanına tek bir ziyaretçi bile alınmadı. Kaçmaması için de kapısında bir düzine muhafız bekliyordu.
Lorthain, emelini gerçekleştirmişti. Yaşamı boyunca çırpındığı şey, artık sonlanmıştı. Bunun için mutluydu. Lakin onu daha da mutlu eden ise, hiçbir emeli kalmadığı bu dünyadan, bir gün sonra ayrılacağını bilmesiydi. Bu yüzden yeryüzünün kirli havasını doya doya ciğerlerine çekiyordu. Zira tanrının evinde, masum kanı taşıyan bu kirli hava yoktu. Günahlar, onun cesediyle beraber bu dünyada kalacaktı. Şefkat ise tanrı Fengarth’ın ormanıydı.
Lorthain, sırtı duvara dayalı halde durup düşünürken “Lorthain!” diye bir ses duydu. Bu, yeni divan lideri Eraduil’di.
“Kafam karışık Lorthain.” dedi Eraduil, yalvaran gözlerle Lorthain’e bakarak. “Ferguas’ın baban olduğunu nereden çıkardın? Sana kim söyledi? Aklım almıyor Lorthain… Bana bir açıklama yap.”
“Annem.” diye cevapladı Lorthain. "Zaten yarın ölüyorum. Sana her şeyi anlatayım."
“Babam yoktu. Ben de babamın, anneme yaptıklarını bilmediğim zamanlarda, onu vatanı için yaşamını feda eden bir kahraman olarak düşlerdim. Bu yüzden Kahramanlar Anıtı’na girebilmek için arkadaşlarımla bir tünel kazdık. Şansımıza tünelin sonu, içi boş bir ağacın tam altına açıldı. Bu yüzden tünel yıllardır bilinmiyor.”
"Orada gece vakitleri hep heykellere bakar, onları aklımdaki baba profiline sokmaya çalışırdım. Lakin bir vakit sonra, gerçek babamı öğrendim ve oraya bir daha gitmedim."
“Annemi öldürmeye karar verdiğimde, ona en uygun yeri, hayalimdeki babamın yanı olarak düşündüm; zira annem de bir kahramandı ve kocasıyla huzurlu olması tercihimdi. Onu o tünelden geçirdim ve Angabath’a, Fengarth’ın ordularını yönlendiren, onlara liderlik eden ve savaşta şehit düşen hayalî babam, Arthedes Zaliede’in anıtının yanına diktim. Onu öldüreceğimi anlamıştı. Ölmeden önce son söyledikleri, babamın birinci lejyon generali olduğuydu.”
“E söylemiş ya!” dedi Eraduil. “Senin de öğrenmek istediğin bu değil miydi? Daha niye öldürdün kadını?”
“Onu öldürmem gerekiyordu.” dedi Lorthain çaresizce tebessüm ederek. "Bu dünyadan onu kurtarmak görevimdi ben de uyguladım."
“Ayriyeten birinci lejyon generalini görebilmek, çok zor bir iş. Ve benim görmem, onu öldürmeme yetmez. Yanında bulunmam gerekirdi. Bunu en hızlı şekilde yaptım ve annemi öldürdükten sonra kendimi anıt bekçilerine gösterdim. Kendimi açık etmem, bu divanın toplanmasını, bu divanın toplanması da birinci lejyon generalini öldürmemi sağlayacaktı.”
“Zekisin…” dedi Eraduil çenesini sıvazlayarak. “Fakat zekanı boş yere kullandın. Yarın giyotin ile öldürüleceksin. Fengarth günahlarını affetsin.”
Lorthain’in Öldürülüşü ve Sonrasına Dair
Bir gün sonra Lorthain, şehir meydanında, halka açık bir yerde giyotine vuruldu. Ölüme giderken mutluydu; zira bu dünyadan kurtulacaktı. Fakat halkın hiçbir şey bilmeden ona hakaretler saydırması ve ellerine her geçeni onun yüzüne fırlatmasına çok üzülmüştü. İsteği, giyotine vurulduktan sonra kafasının tebessüm eder vaziyette yere düşmesiydi. Ne yazık ki bu son isteğini gerçekleştiremedi. Buna da en çok üzülen hâliyle Zoliax olmuştu.
Lorthain’in ölümünden sonra isminin söylenmesi yasaklanmış, övgüyle bahsedilmesi ise vatan hainliği ilan edilmişti. Hatta bu yüzden birkaç kişi idam edilmişti. Hakkında ölüm emri çıkarılanlardan biri de Zoliax’tı. Fakat onun suçu Lorthain’i övmek değil, cinayetti.
Cinayeti kimseye anlatmıyordu. Tek bilinen, maktülün Ferguas’tan önceki birinci lejyon generali olduğuydu. Bunun dışında kimse hiçbir şey bilmiyordu. Zoliax cinayeti, bir tek Lorthain’e yazdığı notta söyle anlatmıştı:
“Saygıdeğer generalim, kıymetli dostum Lorthain;
Siz divandayken fark etmediniz lakin duruşmayı ben de izledim. Sizin hakkınızdaki gerçekleri orada öğrendim. Meğerse ne yaralı bir yürek taşıyormuşsunuz. Acılarınızı paylaştığımı bilin. Size bir saatlik müsaade tanındığında yanınıza gelmek istedim fakat yakınınız olduğum için izin vermediler. Bağışlayın…
Size anlatmam gereken şudur ki, siz gittikten sonra her şey değişti. Sizden bahsedenler bir bir şehir meydanında idam edildiler. Lakin yedinci lejyon, özellikle de ben, sizi hiç unutmadık.
Mezarınızı ziyaret etmek yasak. Ben de şu anda ölüme gidiyorum ve son isteğim mezarınızı görmekti. Bu yüzden buradayım. Size gelemesek de bilesiniz ki kıymetli annenizin mezarını yedinci lejyon olarak sahipsiz bırakmadık. Anneniz hâlâ Kahramanlar Anıtı’nda.
Ölüme gidiyorum evet. Sebebini bir tek size anlatabilirim. Olaylar şöyle gelişti:
Yedinci lejyon karargâhının tavernasında oturup bir içki yudumluyordum. Tam o sırada yaşlı biri geldi ve bana sizi sordu. Hikayenizi dinlemek istiyormuş. Yasak olmasına rağmen ona hikayenizi anlattım.
Hikayeyi sonlandırdığımda çok mutlu olmuştu. Dikkatimi çekti. Ona neden bu kadar mutlu olduğunu sordum. O da bana, siz divana çıkmadan bir ay önce birinci lejyon generalliğinden emekli olduğunu söyledi. Yani asıl babanız oymuş. Siz yanlış kişiyi öldürmüşsünüz. Ama meraklanmayın. Sizin için görevinizi tamamladım ve o kalleşi hemen orada öldürdüm. İşte bu yüzden ben de ölüyorum.
Yine de hiç pişman değilim. Bir daha olsa, bir daha yapardım. Diyeceğim şu ki, siz bir masumu öldürdünüz. Ben de ilgim olmayan birini. Muhtemelen tanrının evinde karşılaşamayacağız. Yüce Fengarth bizi azap çukuruna gömecektir. Bu yüzden size veda etmek için bunları yazdım . Elveda generalim. Sizi asla unutmayacağım.
Sizi seven;
Zoliax Fartelides”
Zoliax, tıpkı generali gibi giyotine vurulmak için şehir meydanına indirildi. Lakin yedinci lejyon, bu ölüm emrini hazmedemedi. Önce Lorthain’in ellerinden alınması, ardından Zoliax’ın ölüm emrinin çıkmasına daha fazla dayanamadılar ve şehir meydanını bastılar. Zoliax’ı oradan kurtardılar. Fakat lejyonun kaçması için yirmi sekiz asker, kraliyet muhafızlarına saldırarak kendilerini feda ettiler. Ve bu askerler, yedinci lejyon tarafından kahraman sıfatıyla onurlandırıldılar.
Yedinci lejyon zar zor Angabath’tan çıkıp Angabath Ormanları’na sığındı. Burada, Adalet Ordusu adı altında yeni bir birlik oluşturuldu. Bu birliğin isminin “Adalet Ordusu” olması, Lorthain’in, yedinci lejyona veda ederken söylediği “Ve son olarak, adaletin aşkı ile sermest olun. Zira tek kurtuluş ondadır.” sözlerinin etkili olduğu şüphesizdir.
Adalet Ordusu, Neldoraphia Diyarı’nın ilk suikastçı birliğidir (Ki bu birlik bir çağ sonra, yani Varoluşun Üçüncü Çağı’nda kurulacak Rüzgar Çetesi’nin de temellerini oluşturmuştur.). Zolix ve beraberindekiler, askerleri birer suikastçı olarak eğittiler. Bu askerler, Angabath’ta çeşitli binalara sabotaj girişiminde bulundular ve çeşitli kişileri öldürdüler. Amaçları, kraliyet ailesine bir ders verip, halkın da yönetime katılmasını sağlamaktı. Zira kraliyetin kuralları, onlara göre oldukça katı ve ahmakçaydı. Kralın istediği her şeyi yapabilmesi, adalet bakımından doğru bir şey değildi.
Vaziyetin böyle bir hâl alması, kraliyeti daha da kızdırdı. Olaylar oldukça büyümüş, sadece Angabath’ın sorunu olmaktan çıkmıştı. Bu yüzden kraliyet, yedinci lejyon karargahını ateşe verip onları tarihten kazıdı. Verilere göre yedinci lejyon hiç kurulmamıştı. Ve yeni bir yedinci lejyon, uzun bir zaman daha kurulmayacaktı.
Fakat bu yetmezdi. Angabath orduları bir gece, Adalet Ordusu üyelerinin yakınlarına eş zamanlı katliam düzenlediler. Bu katliam, Neldoraphia Diyarı’nın oluşumundan beri olmuş olan en büyük masum katliamıydı
Olanlar Adalet Ordusu’nu durdurmadı. Angabath’a girip daha büyük eylemler yapmaya başladılar. Lakin bir gün, Adalet Ordusu üyelerinden biri yakalandı.
Yakalanan kişiye günler boyu zindanda, çeşitli işkenceler edildi. Nihayetinde acıya daha fazla katlanamadı ve Adalet Ordusu’nun saklandığı yeri söylemek zorunda kaldı.
Angabath Ordusu’ndan üçüncü, beşinci ve altıncı lejyonlar, Angabath’tan hareket etti ve bilgisi verilen yere, yani Angabath Ormanları derinliklerine doğru rotalarını çizdiler. Ve günler sonra, isyancıların izlerine rastladılar.
İzleri takip eden askerler, kısa zamanda Adalet Ordusu’nun kampını buldular ve saldırıyı başlattılar. Adalet Ordusu, uzun bir savaştan sonra tamamen yok edildi. Sadece Zoliax esir alındı ve Angabath’a götürülüp yarım kalan infazı gerçekleştirildi. Adalet Ordusu, böylece tarihin tozlarını büründü ve kaybolup gitti. Ta ki Rüzgar Çetesi üyeleri, Adalet Ordusu’nun hikayesini bir ozandan öğrenip Rüzgar Çetesi’ni kurana dek…
Bu sırada çeşitli sebeplerden kampta bulunmayan on iki Adalet Ordusu üyesi, kampa geri döndüklerinde gördükleri manzara üzerine dehşete kapıldılar. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Adalet Ordusu, yok olmuştu.
Bunun üzerine bu on iki kişi, tiplerini ve kimliklerini değiştirdiler ve Angabath’a geri dönüp, kendilerini tanrı Fengarth’a adadılar. Tek bildikleri askerlik olduğu için, tapınak koruyucusu olarak göreve başladılar. Böylece ilk paladin (Tanrı şövalyesi) birliklerinin temelini atmış bulundular ve ömürlerinin sonuna kadar tanrılarını onurlandırdılar.